23/01/2007

Lock, Stock and Two Smoking Barrels


Yıllar önce izlediğimiz ve çok başarılı olan bu filmi dün akşam tekrar izledik. Bir ihtimal, hala bu filmi izlememiş biri varsa diye buraya yazıyorum ki hemen gidip izlesin. Konusu, oyuncuları ve yapımcısı / yönetmeni açısından LS&2SB’a yakın birkaç film; Snatch, Mean Machine.
Filmden güzel bir replik;... :)
Rory Breaker: If you hold back anything, I'll kill ya. If you bend the truth or I think your bending the truth, I'll kill ya. If you forget anything I'll kill ya. In fact, you're gonna have to work very hard to stay alive, Nick. Now do you understand everything I've said? Because if you don't, I'll kill ya…@

21/01/2007

Hrant Dink'in Anısına...




İki gündür Türkiye'de Türkiye Ermenileri'nin sesi olarak bilinen, Agos gazetesinin genel yayın yönetmeni, Hrant Dink'in öldürülmesinin şoku yaşanıyor. Gazetelerde o bildik klişeler, hükümet adamları hep aynı mavalı okumakta: Kanı yerde kalmayacak! Nitekim, katili de yakaladılar: 17 yaşında Trabzonlu bir çocuk! Birkaç ay önce aynı Trabzon'da Rahip Santaro da 16 yaşında bir sabi tarafından öldürülmüştü, şu tesadüfe bakın! Bu şuursuz çocuğu da alıp alıp hapse tıkacaklar öteki gibi ; zaten mevcut yasaya göre yaşının küçük olması, iyi hal indirimi bilmem ne derken en fazla on yıl yatacakmış. Belli ki bunun da üstü örtülecek diğerleri gibi; gerçek katiller bile bile ortaya çıkartılmayacak yine; yıllardır bütün suikastlerde, cinayetlerde yapıldığı gibi. Ve milyon tane komplo teorisi yazılıp çizilecek: "ABD yapmıştır! AB'nin işidir! Yok, derin devletin parmağı var! Ermeni diasporası öldürtmüştür!" gibisinden..

Ben bunları söylemek, duymak, dinlemek istemiyorum. Yüreğimden taşan ağıtı dinlemek istiyorum yalnız. İçimde kırılan şeyin acısını duymak istiyorum sadece; çünkü acımı hafifletmiyor söylenen hiçbir söz. Boğazımdaki düğümü çözmüyor gazete haberleri ve hiçbir sözcük anlatmıyor içimdeki çaresizliği; kelimeler kifayetsiz kalıyor. Alnımdaki katmerlenmiş utancı silmiyor milletçe akıttığımız timsah gözyaşları... Sessizce yutkunuyorum sözcükleri, yıllanmış bir acıyı içime atarcasına. "Akrebin gözleri"ni "güvercinin ensesi"nde hissediyorum. Çaresiz, şiire sığınmak lazım:

"Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarsın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını,
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup,
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm,
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak,
kabahat senin,
-demeğe de dilim varmıyor ama-
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!"
Nazım Hikmet

13/01/2007

Ülkem Nereye...?


En son yaşanan "deve" faciasından bu yana takip ediyorum; THY ile ilgili neredeyse hemen her gün absürd bir haber düşüyor gazetelere. İşte en son THY haberlerinden derlemeler:

1. Apronda "deve" kesmek suretiyle bizi bütün dünyaya rezil eden teknik müdür Şükrü Can'ın o olaydan sonra görevinden alındığı ve hakkında soruşturma başlatıldığı, THY yönetimi tarafından kamuoyuna açıklanmıştı. Ben o günden beri şahsen soruşturmanın nasıl sonuçlanacağını merakla beklemekteyken bir de ne göreyim: Efendi Londra'ya teknik müdür olarak atanmış; bir de kendisine konut ve özel oto tahsis edilmiş! Biz cezalandırılmasını beklerken adamı ödüllendirmişler resmen! Bu nasıl bir çelişkidir, nasıl bir zihniyettir, anlamak mümkün değil. Bu arada Deveci Şükrü Efendi'nin, kendisini böyle anmak daha uygun düşecektir sanırım, THY genel müdürü Temel Kotil'in sınıf arkadaşı, bir nevi kankası olduğunu da belirtelim; AKP usulü adam kayırmacılığın ve kadrolaşma faciasının yeni bir örneği olarak! (Haber: Akşam gazetesi, Esin Gedik)

2. Bugünkü Hürriyet'te Emin Çölaşan yazmış: THY'nin internet sitesindeki "ikram" bölümünde yolcuların yemek tercihleriyle ilgili listenin sonunda "müslüman yemeği" diye bir ifade varmış. Gözlerim faltaşı gibi açıldı. Hemen siteye girip baktım. Hakikaten de Business Class/Dış hatlar/Özel menülerimiz linkine girildiğinde "Etnik Yemekler" başlığı altında şunlar yazıyor: Hindu yemeği, Koşer yemeği, Müslüman yemeği, Oryantal yemek! THY yemeklerinde zaten domuz eti falan kullanılmıyor; peki bu durumda "Müslüman yemeği" de ne demek oluyor? Ben ki dünya mutfaklarıyla hobi olarak ilgilenen biriyim; 30 yıllık ömrümde böyle bir şey duymadım. Anlayan beri gelsin! Bir zahmet bana da açıklasın!

3. Yine bugünkü Hürriyet'te Zeynep Göğüş, "Skylife"ın kapağından ve CIP salonunun yeni dekorundan bahsetmiş. Okuyunca merak edip yine İnternet sitesinden "Skylife"ın Ocak 2007 sayısının kapağına baktım. Sayının ana konusu İzmir. Kapağa da Konak meydanındaki saat kulesinin bir bölümünü koymuşlar; arkasında da bir cami resmi! İzmir, benim büyüdüğüm şehir. Ankara ve İstanbul'da da uzun yıllar yaşamış biri olarak söyleyebilirim ki insanıyla olsun, yaşam olanaklarıyla ve tarihi dokusuyla olsun, Türkiye'nin en modern kenti İzmir'dir. "Gavur İzmir" diye anılması belki de bundandır. İzmir'i bile bir ortadoğu kenti gibi göstermişler ya, helal olsun! Yeter artık yahu, bu cami resimlerini alakasız yerlerde görmekten gına geldi; Ankara ve İstanbul'un amblemlerine kadar hepsi cami oldu; ellerinde olsa Türk bayrağının rengini "cami yeşili"ne çevirip "ay yıldız"ın yerine de bir cami resmi koyacaklar; fenalık geldi artık! Camiler kutsal mekanlardır; bir partinin siyasi ideolojisinin amblemi gibi kullanılıp din sömürüsüne alet edildikleri yeter artık!

4. Gelelim CIP salonunun yeni dekoruna. Zeynep Göğüş'ün söylediğine göre bu salon geçen yıl bazı Türk mimarları tarafından yenilenmiş. Ama yapılan tarife bakılırsa öyle Eren Talu gibi modern Türk mimarlarının imzasını falan pek aramamak lazım. Salonda plastik turuncu lalelerden tutun da saray mobilyalarının kopyalarına, Josephine koltuklara kadar ne ararsanız varmış. Hele de lavobolar evlere şenlikmiş! Mermer kurnaların üzerine sade bir ayna çekilmiş fakat her kurnanın üzerine küçük boy plastikten oymalı birer ayna daha yapıştırılmış. Ben hayal bile edemedim vallahi nasıl bir şey olduğunu! Düşündüm düşündüm, aklıma "Avrupa Yakası"ndaki Burhan'ın evi gibi bir yer geldi ama herhalde Burhan'ın evi CIP salonunun "kitsch" ötesi dekorasyonunun yanında epeyce "minimalist" kalır!

Velhasıl, tüm bu örnekler göstermektedir ki, ülkemiz giderek laik, modern bir kültür yelpazesi görünümünden çıkarılıp, Ortadoğulu, az gelişmiş bir İslam ülkesi görünümüne büründürülmektedir. Düşünün, bunlar sadece tek bir kurumda olanlar ve ülkenin diğer bütün kurumları; hatta Milli Eğitim ve Dışişleri gibi en önemli kurumları, bu görgüsüz, az gelişmiş, din sömürücüsü, kabadayı, benmerkezci, çıkarcı zihniyetin elindedir. "Değiştik" diye bas bas bağıran bu zihniyet, değişmek bir yana toplumumuzun ve ülkemizin en önemli değerlerini alt üst ederek bizi laik, bağımsız, modern olmayı hedeflemiş ulusal kimliğimizden uzaklaştırmakta, kendisi gibi kimliksiz, kişiliksiz, kendi kalıplarına hapsolmuş bir nesneye dönüştürmektedir. Ne acı ki:
Değişen bunlar değil; değişen biziz! Biz gerçekten kimiz?

08/01/2007

Sosyal Bir Fenomen: Gaffur!


Türkiye'de bir süredir "Avrupa Yakası", özellikle de "Gaffur" fenomeni yaşandığını duyuyordum ama pek de merakımı cezbetmemişti açıkçası. Alt tarafı bir dizi karakteriydi işte! Ama yılbaşı gecesi sevgili dostlarımız Efsun ve Ersoy sayesinde "Gaffur"la tanıştığımdan beri Youtube'daki "Gaffur" videolarından ayrılamaz oldum!

"Avrupa Yakası" dizisi, tüm karakterleriyle ve hikayesiyle şüphesiz tam bir durum komedisi. Bu tarz komedilerde de birincil amaç elbette güldürmek. Klişe tabirle "Güldürürken düşündürmek" falan değil yani. Cem Yılmaz'ın dediği gibi mizahçı, yaptığı işe, yani soytarılığa nitelikli bir anlam yüklemek için yapar bu tanımı; ama şurası da gerçek ki, mizahın doğasında düşündürmek, ayrıntıya dikkat çekmek, görünmeyeni göstermek zaten var. En azından azıcık olsun derinliği, belli oranda bir zekası olan kişiler için.

Şüphesiz "Gaffur" da bizi güldürmek için yaratılmış bir karakter. Gülse Birsel'in, "Ulan öyle bir karakter yaratayım ki milleti altına edene kadar güldürsün; ama bir o kadar da düşündürsün!" falan dediğini hiç sanmıyorum. Fakat bir süre sonra insan ister istemez düşünmeye başlıyor: "Bu tipleme neden fenomen haline geldi, toplumun kaçta kaçı bu karakterde kendinden bir şeyler buldu..." diye.

"O nahif çizgili pijamaların altındaki şeytan", "psikopat ruhlu potansiyel seri katillerin en sevimlisi", kitleleri gülmekten öldürürken şu gerçeği de yüzümüze çarpıyor aslında: Metropoller artık metropol insanına ait değildir! Yıllardır ülkenin en önemli sorunlarından biri olan "kırsaldan kente göç" mevzusunun geldiği son nokta, metropollerdeki "varoş" gerçeğinin kıyıda kenarda kalmaktan çıkıp tüm yaşamı ele geçirmesi, oradaki ezilmiş insanın yıllardır sessiz çığlığıyla bizlere sorduğu: "Beni görmezden mi gidiyorsun?" sorusuna cevaben aldığı: "Hayır, daha ziyade oradan geliyorum!" aşağılamasına isyandır bir bakıma.

Kentlerdeki "varoş" gerçeği kentliler ve hükümetler tarafından uzun süre görmezden gelindi, yok sayıldı, hor görüldü. Siyasi partiler bu insanları yalnızca seçim zamanları oy avcılığına çıktıkları zaman hatırlayıp onlara vaatlerde bulundular, gecekondu tapuları dağıttılar. Sivil toplum örgütleri çoğunlukla evde oturup dedikodu yapmaktan sıkılmış sonradan görme sosyete kadınlarının elinde olduğundan onların bu mevzuyla zaten hiç işi olmazdı. Velhasıl; işsizlik, açlık, gelir dağılımındaki korkunç boyutlara varan dengesizlik, kentlerdeki bu alt kültürü yarattı ama işte o kültür artık alt kültür olmaktan çıkıp düpedüz kent kültürü; hatta milletin kimliği haline geldi. Bu varoş zihniyeti, bu az gelişmişlik, bu cahillik, artık belediyesinden tut, ülkenin en büyük uluslararası havaalanının apronuna, hatta devletin en tepesine kadar kendini gösterir oldu. Tabii bu sözünü ettiklerim, güya(!) bu zavallı halkın arasından çıkıp onların sesi olmak söylemiyle iktidara gelmiş olup din sömürüsü yaparak yandaşlarının cebini dolduran ve bu ülkeyi görgüsüzce ve cahilce 4 yıldır padişahlık zihniyetiyle yönetenlerdir. Bu sözler, asla toprağından çaresizce kopup gelmiş ve kentlerde en kötü koşullarda yaşamaya değil adeta ölmeye mahkum edilmiş zavallı insanlarımızı aşağılanmak için söylenmedi. "Varoş" zihniyetinden kasıt; hiçbir halt olmadığı halde kendini büyükseyen politikacı, kentli, orta sınıf ve güya(!) burjuva olmaya özenen hatta entellektüelliğe soyunan kimliksiz, kişiliksiz, yalaka zihniyettir.

Sözün kısası, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun 20. yy. ın başında "YABAN" romanında önümüze koyduğu: "Türk kentli aydınıyla Türk köylüsü arasındaki uçurum, Londralı bir İngiliz'le Pencaplı bir Hintli arasındaki uçurumdan fersah fersah fazladır; bu milletin karşı karşıya olduğu en önemli sorun da budur!" gerçeği, bugün "Gaffur" kimliğiyle karşımızda duruyor. Fakat ne yazık ki yalnızca Gaffur gibi sırtında pijaması, elinde bıçağıyla karşımıza geçip "Beni beğenmiyör müsün?" diye sormakla kalmıyor, o bıçağı hınçla saplamaktan çekinmiyor bağrımıza. Günden güne çığ gibi büyüyen Kapkaç terörü, cinayetler, tinerci dehşeti "Gaffur" fenomeninin asıl gerçeği olarak ipi boğazımıza geçirmek için bizi "tenhada kıstırmayı" bekliyor!