03/06/2008

Nazım Hikmet'i Anmak

Özdemir İnce'nin bugünkü Hürriyet'teki yazısı aşağıdadır:

Názım Hikmet 1963’te Bugün Ölmüştü

İZMİR’deydim. Günlerden 3 Haziran değildi ama yıl 1963. Bornova’daki 57. Topçu Eğitim Tugayı’nın servis aracını uygun bir yerde durdurdum. Talim üniformalı bir teğmen olarak araçtan indim. Gazi Mustafa Kemal Bulvarı’nda epeyce yürüdükten sonra Fransız Hachette Kitabevi’ne girdim. Amacım gazete, dergi, kitap almaktı.Baktığım gazetelerden birinin birinci sayfasında 3-4 sütuna "Grand pote turc Názım Hikmet est mort en exil" ("Büyük Türk şairi Názım Hikmet sürgünde öldü") yazıyordu. O gazeteyi de aldım! 26 yaşında, eylül ayında terhis olacak bir yedek teğmendim. İlk kitabını o yıl yayınlamış ya da yayınlayacak bir şairdim. Sivil hayatta bir yıllık Fransızca öğretmeniydim. Şansımı gazetecilikte denemek istiyorum, deneyebilirdim, ama eşim hamileydi, bu nedenle öğretmenliği sürdürmek zorundaydım.Ve kuşaktaşlarımın çoğu gibi Názım’ın şiirlerinin sadece birkaçını okuyabilmiştim. Okullarda okutulmuyordu. Kendisinin de şiirinde yazdığı gibi kitapları bütün dünya dillerinde yayınlanıyor ama kendi dilinde, kendi ülkesinde yasaktı.Büyük Türk şairin sürgünde öldüğünü yazan gazeteyi öteki gazetelerin arasına gizleyip Hachette Kitabevi’nden çıktım.

ÜNLENMEDEN ÖLENLER

19. ve 20. yüzyıllar şairlerin kendilerini büyük davalara adadıkları bir çağdır. Biz sadece sonradan ünlenenlerin adlarını biliyoruz. Ya ünlenmeden hapishanelerde, işkencelerde ölenler, idam edilenler, iktidarlar ya da düşmanlar tarafından kurşuna dizilenler... Onları bilmiyoruz. Kuşkusuz sayıları ünlenenlerden çok daha fazlaydı.Hapishanelerden, toplama kamplarından, sürgünlerden geçen ünlü şairlerin, idam edilenlerin, intihar edenlerin adlarını sayalım: Attila Jozef, Geo Milev, Vapzarov, Yannis Ritsos, Pablo Neruda, Nicolas Guillen, Federico Garcia Lorca, Rafael Alberti, Názım Hikmet ve daha niceleri. Bunlardan sadece Yannis Ritsos’u tanıdım, arkadaşı oldum, hocam oldu, şiirlerinin küçük bir bölümünü Türkçe’ye çevirdim.

ŞAİR, ÖZGÜRLÜKTÜR

Öyle bir çağdı. Taa 1960’larda bile Paris’i, Londra’yı, Roma’yı sürgün şairler doldurmuştu. 1990’lara kadar. 60’larda Yunanlar, 1975’e kadar, 90’lara kadar başta Şilililer olmak üzere Güney Amerikalılar.1965’in aralık ayında, Paris’in Globe Kitabevi’nde tanıştığım Elsa Triolet de sormuştu: "Paris’te normal şartlarda mı bulunuyorsunuz?" Fransız hükümetinin burslusu olduğumu söylemiştim. "Hele şükür!" demişti.İkinci Dünya Savaşı’nı unutmayalım. Alman işgali altındaki ülkelerin şairleri direnme örgütlerinin içinde yer almış, önderlik yapmışlardı. Ren Char Fransız direnme örgütünde yüzbaşı idi.Başta Námık Kemal olmak üzere II. Abdülhamid dönemi şairleri. Daha sonra tek parti 40’larının, Demokrat Parti 50’lilerinin şairleri, 12 Mart ve 12 Eylül şairleri, Madımak’ta diri diri yakılan şairler. Şair demek özgürlük demektir. Şair özgürlüğün, adaletin, eşitliğin, kardeşliğin yalvacıdır. Hapislerden, idamlardan, sürgünlerden, zulüm altında intiharlardan sonra her zaman şairler haklı çıkar. Tıpkı Názım Hikmet gibi! Ne dersiniz, Názım hálá vatan hainliğine devam ediyor mu? Türkiye’nin ve Türkçe’nin iyilik ve hayrına vatan hainliğine devam etmeli; devam etmeliyiz!

15/05/2008

Haşmetmaap R. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül Hazretleri!!!!

Kont, Dük filan...

Kayseri eşrafından tornacı hacı Ahmet Hamdi efendinin oğlu Abdullah, dün akşam, Windsor hanedanının várisi, Kral 6’ncı George’un kızı, Birleşik Krallık Hükümdarı, İngiltere Kraliçesi 2’nci Elizabeth Alexandra Mary ile birlikteydi...

Rize Güneysulu taka kaptanı Ahmet reisin Kasımpaşalı oğlu Tayyip ise, Yunan Kralı 1’inci George’un torunu, veliaht Galler Prensi’nin babası, Greenwich Baronu ve Edinburgh Dükü, Prens Philip Mountbatten ile sohbet etti...

Atatürk işte budur.

Devrimlerine savaş açılan Mustafa Kemal, takunyalıların öve öve bitiremediği saltanatı kovmasaydı, Abdullah ile Tayyip, ofis olarak kullandıkları Dolmabahçe Sarayı’nda bahçıvan bile olamazdı! Çünkü, bahçıvanlık makamı bile babadan oğula geçiyordu.

Homongoloslar bugün hálá "smokin caiz mi, değil mi" diye tartışırken, Mustafa Kemal, Batı standartlarını aşan bir vizyonla, Anadolu insanının önünü açmış; tornacı çocuklarına, taka reisi çocuklarına "fırsat eşitliği" sağlamıştı.

Eminönü esnafı imam Ahmet Bey’in kızı "first lady" Hayrünnisa Gül, balkabağının faytona dönüştüğü "peri masalı"nı andıran gecede, Kraliçe’yle göz göze geldiğinde neler hissetti, bilmem...Ama 105 parçalık yenilmez armadayla Çanakkale’yi geçemeyen İngiltere’nin Queen Elizabeth’i, dün, hayranlığını özetleyen şu kelimeleri yazdı Anafartalar Kahramanı’nın özel defterine:

"Mustafa Kemal’e saygılarımı sunmak benim için büyük onurdur."

Yılmaz Özdil/Hürriyet 14.05.08

04/05/2008

Abbas Yolcu!

Denizli şivesiyle yazılmış bir okur mektubu...Can Ataklı'nın Vatan gazetesindeki köşesinden aldım. Okuyun bakın kime yazılmış :))


Ula oğlum Abbas, deyiver hele yolculuk nereye?

7-8 yıl evvelisi, hani bi garambol olduydu ya, gavırlar gıriz mi ney deyyolaa. Ortalık toz duman, gavır gaymaları 2’ye, 3’e gatlandıydı, ameleler işsiz galdıydı ya, hökümet de sizlere ömür... Baktık, sen çıktıydın ortaya. Biz de, ehali, hebimiz, boyludur, bosludur, guvvatlı, yeğit adamdır, eğri yörür düz gonuşur, bizi, bundan kelli, Allah gurtarır, he bu da Allah’ın ipine sarılır deyi oyları sene verdiydik.Sen de, Allah için, koşuvedin Amarıgaya, Avropaya. Yavı uzun etmeyin gari, siz isteyin ben yapim deyivedin, gaymaları alıvedin, he bebecanı da, bu işlere takip memırı gılıvedin. Gıbrısı verivedin, hakaratları görüvedin, he şuracıkta, Irak’ta milyonlarca insancık ölüvedi, gözlerini yumuvedin, he bi de bop mu, cop mu neyin, reisi oluvedin. Ehali de parala geliyo, ortalık düzeliyo sanıvedi, her şeyi satıvedin, paraların hebisini zengine, yandaşına, kardaşına, üçkaatçıya verivedin. Vekillerin, nazırların, gözlerimizin içine baga baga göşeleri dönü dönüvedi. Emme velakin, ehaliyi fakir fukara edivedin. Derken,seçimler gelivedi. Zengine ihale, gredi, ev, toprak neyim, he, geriye ne galmışsa verivedin; fakire ekmek, pirinç, şeker, çay, yeşil kaadı, sadagaları dağıtıvedin. Ehali de, adam yokluğunda, gayrı, heç olmazsa aç bırakmeyyo deye oyları sene atıvedi. Sen de herkişin başvegili olcem deyivedin. Emme velakin, kankanı, cumhurun başı kılıvedin, güzelim yemeni neyim oracıkta duruğken, türban da türban deye dudduruvedin, hökümetin memırı, hakımı, hocası, zabıtıynan, herkişlen zıtlaşıvedin; memıra, ameleye meaşı, hastanayı he de ehtiyarlığı çok görüvedin, sizi gari, mezar paklar demeye getirivedin, emme cenaze paralarını indirivedin, üç çocuk peydahlayın deyivedin, emme, emzirik gaymasını kesivedin; pirinç ataş pahası olunce, siz bulgur yeyiverin, biz pirinç yeriz deyivedin. Ektirtmedin, biçtirtmedin, sonunda mazot zammiynen çitçinin köküne kirpit suyu ekivedin. Bunca fukaralık dururken, Katar mı, matar mı neyim derken, çalığın, malığın işini bağlayıvedin. Emme velakin takımınnan mahgemeye düşüverince gari, sinirlenivedin; ha bre gavırlara goşturup yardım edin deyivedin. Ehaliyi seçimlerde baş tacı ederken, şincik ayaklarının altına alıvedin.
Eeeeee! Yetti gari!

Ula oğlum Abbas, deyiver hele, yolculuk nereye???

23/04/2008

Utanmayan varsa beri gelsin!


Kuzenim diye torpil geçiyorum sanmayın. Yazıyı hakkaten eğendiğim için siteye koyuyorum sayın arkadaşlar. Yiğit Bulut'un bugünkü Vatan gazetesindeki yazısı. Buyurun, okuyun...(Bu arada dikkatli arkadaşlar bu üslubu bir yerden hatırlayacaklardır. Bizim ailede genetik herhalde :))

Utanmayan varsa beri gelsin!

Hangi birini yazayım; Arapların peşinde para “dilenen” siyasetçileri mi? PKK’ya mayın satıp arkasından “eli şeyinde” Anıtkabir’i ziyaret eden ve hiç kimseden “tepki almayan” Avrupa Birliği temsilcilerini mi? Yoksa sosyal bozukluk ile ekonomik “geri kalmışlık” arasında siyaset tacirleri tarafından “sömürülenleri mi”? Ben en iyisi daha önce başladığım bir hikayeyi, biraz daha anlatayım, sonrasını birlikte sorgulayalım.

“...Mehmet, memur babasının maaşıyla tutabildiği en iyi evde oturduklarını biliyordu. Aklında birçok soru, kalbinde birçok istek vardı. Vardı ama yapabileceklerinin en iyisini yaptıklarını bilerek ailesiyle isteklerini paylaşmıyordu. Sabahları erkenden okula gider, derslerini tamamlar ve camdan bakıp hayal kurardı. Mühendis olmak, azgın suların üzerine köprüler kurmak istiyordu. Türkiye’nin liberalleştiği Turgut Özal yönetiminde depolitize edilerek uluslararası finans kapitalin insafına bırakılması için ana hazırlığın yapıldığı ilk yıllardı... Mehmet, okuldan çıkar eve gelip yemeğini yer ve evin hemen karşısındaki arsaya top oynamaya giderdi. Gerçi bugünlerde o arsanın hükümete yakın bir işadamına satıldığı ve izinlerin rahatlıkla alınarak oraya bir site yapılacağı konuşuluyordu. Yapabilecekleri fazla bir şey yoktu. Son güne kadar oynamaya devam edeceklerdi. Oysa onlardan çok uzaklarda, o arsa yani onların en değerli oyun alanları için paylaşım çoktan bitmişti. Çok geçmeden inşaat başladı ve 2 yıl içinde yeni sakinler evlerine taşındılar...

Mehmet, ilkokulu bitirmiş, ortaokula başlamıştı. Mahalledeki okula gidiyor ama kendine de her zaman şu soruyu soruyordu. Aynı semtte oturmalarına rağmen oyun alanlarına yapılan lüks sitede oturan çocuklardan neden hiçbiri onlarla aynı okula gitmiyordu? Bazıları bazen onlarla oynamaya gelir ve gittikleri okullara dair ilginç şeyler anlatırlardı, bunlar sınavla girilen, adları “Saint”, “Robert”, “Kolej” gibi daha önce duymadığı terimlerle dolu ilginç okullardı. Bir seferinde bir arkadaşı derse gelen rahibelerden bahsetmişti. Oysa onların okulda Türkiye’nin yüzde 99’u Müslüman bir ülke olduğu anlatılmamış mıydı? Zengin olmak demek böyle bir şey herhalde diye düşündü, paranla çocuğunu sömürge okuluna göndermek...

Bütün bunları algılamaya çalışırken çok dikkat ettiği bir detay daha vardı. Karşı sitede oturan arkadaşı Osman’ın babası işe hiç gitmez, özellikle ekonomik çalkantı dönemlerinde daha da bir keyifle dolaşırdı. Osman’a sordu ama aldığı cevabı da hiç anlayamadı. “Faizde parası var, onu çalıştırıyor” dedi Osman. O zamanlar Mehmet, Türkiye’nin dünyanın en yüksek faizini veren ülkesi olduğunu, Özal’ın başlattığı “ülkenin uluslararası finans kapitalin insafına bırakılma” sürecinin Kemal Derviş tarafından tamamlandığını, Erdoğan amcasının da son noktayı koyduğunu nereden bilecekti...

Üniversite sınavı yapıldı, karşı sitedeki arkadaşları da o da sınavı kazanamadılar. Ama bir fark vardı: Onları bekleyen özel üniversiteler, o da olmazsa Amerika, Avrupa vardı. Sonunda Mehmet dağların yolunu tuttu. O, dağları beklerken, ülkesi 80 yılda yarattığı bütün kamu değerlerini sattı. Hatta babası dahi bu dönemde işsiz kaldı. Sıcak paranın kârı patladı, karşı sitedeki Osman’ın babasının faizdeki parası daha da büyüdü...

Sonuç: O dağları beklerken, onun korumak için can verdiği ülkesinin bazı önde gelenleri, Suudi Kralı’nın dizinin dibinde daha çok “Arap parası gelsin” diye yalvardılar! O da yetmedi “Barosso diye bir adam” gelip, PKK’ya Avrupa’dan verilen mayınları anlatma gereği duymadan, ülkenin “seçilmişlerine” nasihat verdi! Son söz: Bir sabah Mehmet’in tabutu geldi. O bu ülke için canını verdi. Ama asıl soru ortada kaldı, bu sistem ona ne verdi? Sistemde “ezilmişin oyuyla iktidar olanlar”, nasıl bu kadar ezenden oluverdi... Çarpıklığın sadece bir nokta kadarını sizlere aktardım. Yazdıklarımın birçoğunu da utandığım için kaldırdım... Gerisini siz yazın! Not: Bu yazıyı yazdığım saatte gelen son dakika haberi; “...PKK tarafından Şemdinli, Aktütün köyü kırsalına döşenen mayının patlaması sonucu, uzman çavuş Bekir Atacan, Piyade Onbaşı Habip Özkaya, Piyade Komando Çavuş Tuncay Özdemir şehit oldu... “...

Eli şeyinde” Anıtkabiri ziyaret eden “Barosso” denen “?’e” soruyorum; “Bu mayın ne marka biliyor musun?” Elini şeyinden çekip düşünmeye vakit bulamadıysan ben söyleyeyim; Avrupa malı!

13/04/2008

Yılın fıkrası :))


Uluslararası cerrahlar konferansi bittikten sonra bir Amerikali, bir Ingiliz bir de Türk cerrah beraber bir seyler icmeye giderler.Ingiliz baslar anlatmaya:- 'Gecen gün bir is kazasi gecirmis birinigetirdiler.Adam presin içine sikismis. Sadece sol kücük parmagi vardi. Bizim elemanlarimiz öyle iyi calistilar ki, önce parmaga bir el, sonra kol, sonra da vücut yaptilar. Adam taburcu olunca o kadar verimli bir isci oldu ki onun yüzünden 5 isci issiz kaldi'Amerikali söz alir:-'Bana ise gecen gün bir sac getirdiler. Adamnükleer reaktörün icinde kalmis. Sadece saci vardi. Oldukca iyi bir calisma ile önce saca bir bas, sonra vücut vs. yaptik. Adam taburcu oldugunda o kadar verimli oldu ki onun yüzünden 20 kisi issiz kaldi'Türk söz alir:-'Yillar once, bir gun yolda gidiyordum. Bir osuruk kokusu aldim. Hemen osurugu bir cantaya doldurdum. Laboratuara gidip o osuruga uygun bir döt deligi yaptik. Sonra delige uygun bir döt yaptik. En sonunda döte uygun bir vücud yaptik. Ortaya bir adam cikti. Başbakan oldu. Bütün ülke simdi onun yüzünden issiz !'

11/04/2008

10 Nisan laiklik günü kutlu olsun!!!


Başlık günün anlam ve önemini hatırlatmak içindi. Ama alıntıladığım yazı laiklikle değil, "bağımsızlık"la ilgili daha ziyade. Buyurun okuyun:

Gittikleri gibi gelirler...

"Türkiye’yi yok etmeye girişenler, ıslah etmek, uygarlaştırmak gibi bahanelerle, Türkiye’nin yönetimine sızmışlardı...Bu düşüş, aczle başlamıştı. Türk halkının her nasılsa başına geçmiş insanlar, susmaya mahkûmmuş gibi, korkak ve mütereddittiler. Fikir adamları, kendi kendimize adam olma ihtimalimiz yoktur, diyordu. Onlar bizi idare etsin, diyorlardı. Bunun etkisinde kalarak, milletin de zihni bozulmuştu. Durumu düzeltmek için, insan olmak için, mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıkmıştı... Oysa, hangi istiklal vardır ki, ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir."

1922.Mustafa Kemal.TBMM konuşmasından...

2008.AB Komisyonu Başkanı.TBMM konuşmasından:
"Türk halkının reformlara ihtiyacı var. Dört gözle beklediğimiz reformları teşvik etmek, cesaretlendirmek için buradayız."

Aynı dakikalarda...IMF Başkanı:
"Türkiye’nin sosyal güvenlik reformunu başarıyla tamamlayacağından eminiz, arkanızdayız."

Yılmaz Özdil/10.04.08/Hürriyet

06/04/2008

Anadolu'ya kaplicaci engeli...

Anadolu-München 6 Nisan'da gittigi Bad Tölz deplasmanindan eli bos döndü. Bad Tölz'ün temiz havasinda ve yesil cayirlarinda yetismis iri rakibi karsinda fizik olarak zayif kalan Anadolu, ilk ceyrekde yakalidigi üstünlügü macin devamina tasiyamadi. Bad Tölz grubu namalup olarak bitirerek Kreisliga A'da oynama hakki kazandi. Anadolu iyi mücadele ettigi '08 sezonunda 8 puan ile Kresliga grubunu 3. olarak bitirdi. Üst lige cikma hayallerini bir sonraki sezona birakan Anadolu-München oyunculari, takimimiz her gecen gun daha uyumlu bir oyun sergiliyor, gelecek sezon hedefimiz birincilik dediler.

Hamsili Pilav

Hamsili pilav tarifi:

hamsiler ayiklanir kilciklari cikarilir, kelebek seklinde acilir...




esinizin yaptigi sahane ic pilavin etrafina sarilir, firina verilir...



Tepsi ters cevrilerek kalip halinde cikarilir...



Esinizin yaptigi supersonik salata ile...



yenir... yenir... yenir... (3 porsiyon yedim o yuzden 3 kere yazdim ;)

03/04/2008

Tutanak


Artık şu blogu güncelleyelim bi arkadaşlar. Kendiniz bir şey yazamıyorsanız da enteresan bazı şeyleri paylaşabilirsiniz...

Tr'deki güncel havadislerden biri artık trafik kazalarından sonra vatandaşın kendi arasında tutanak tutacak olması...Bu konuda çeşitli spekülasyonlar yapılmakta. Bu konudaki en özlü sözü geçen gün bir kamyon şoförü söyledi: "Abi artık biz birbirimizi vururuz, kazada ölmeyenler de böyle ölür."

Bekir Coşkun'un bugünkü yazısı da bu konuda. Bana matrak geldi, buyurun okuyun:

Tutanak...

ÇARPIŞMIŞ arabaların çevresinde koşuşturup kalem arayan iki Türk görürseniz, demek ki "tutanak" tutacaklar.Bu kaza yerinde "tutanak tutma" uygulaması, demokrasimiz ile yakından ilgilidir. Halkımızın bugünlerde çok konuşulan demokrasiden ne anladığını ve uzlaşı becerisini ölçmek açısından...Üniformalılara gerek kalmadan, sivil çözüm ile anlaşma sağlanmasının en mikro deneyimi bu. İki Türk anlaşırsa, Türkiye anlaşır. (.....)

Ve kalem bulunur.Trafiği tıkamış yolun ortasındaki otomobilin kaputuna eğilmiş on beş kişi görürseniz, en alttaki tutanağı yazan, öbürleri de "Sonra başka bir şey yazmasın" diye bakanlardır.Bu uygulama "trafik tıkanmasın" diye düşünülmüştür.Kaputun üzerine abanmışlar, arada bir açılıp yarım saat kadar tartıştıktan sonra yeniden kapanırlar tutanağın üzerine.

Misal; uzlaşarak yapılması gereken şu tespit:"Kim vurdu?.."Bunun yanıtı her iki taraf için de "Durduğum yerde geldi vurdu, insan biraz önüne bakar..." şeklindedir, ikinci görüş ise şöyledir:"Kör değiliz, insan arkasına bakar..."

İkinci uzlaşma konusu:"Geçiş hakkı kimindi?.."Bunun en makul yanıtı, "Geçerken sana mı soracaktım?.." ile "Yol babanın malı değil yani..."dir.

Sıra gelir iki sürücünün kaza yeri krokisi çizmesine; ki babaların çocuklarına çizdikleri otomobil resimleri hep deprem geçirmiş apartmana benzediği için, geriye kalır krokiye bakan sigortacıların, o çizimde gözüken balina balığının orada ne aradığını bulmaları...

Bir diğeri; kaza yerinin fotoğrafla tespiti...Hanım sürücülerin, fotoğraf çekileceğini duymaları ile birlikte kuaföre koşmaları yanında... Beylerin fotoğraf makinesine pil almaya gitmeleri "trafiğin tıkanmaması için" bulunan bu yöntemin kaçınılmazıdır.

Ya durup dururken direğe çarpanların durumu?O zaman bir başka yerde, bir başka direğe çarpan bulmaya kalıyor iş... Ki otomobiller yan yana getirilip "tutanak" tutulsun.Burada da "Peki, birbirinizin tavanına nasıl çarptınız?" sorusuna yanıt bulmak sigortacılara kalıyor.

(.........)

Bence iyi bakın; aslında halkımızın "demokrasi tutanağıdır" bu...

Bekir Coşkun/Hürriyet/03.04.08