06/03/2007

Pamuk, Nobel ve saire...


Edebiyatçılığı artık “Nobel” ödülüyle de tüm dünyaca tescillenmiş yazarımız Orhan Pamuk’un “İstanbul, Şehir ve Hatıralar” adlı son eserini henüz okuma fırsatı bulmuş olup bendeniz, adı geçen ve bir zamanlar “en çok satan ama en az okunan yazar” olarak nitelendirilen yazarımızın, şimdiye kadar başladığım tüm eserlerini bitirebilen “nadir” okuyuculardanımdır ve de zinhar kendim gibi bir O.Pamuk okuyucusuna da nadiren rastlamışımdır; fakat bu yazının konusu bu değil.

Yukarıdaki bir paragraflık cümleyi aşıp da bu paragrafa gelebildiyseniz, kendinizle gururlanabilirsiniz; zira o cümleyi herhangi bir O.Pamuk kitabını bitirebilmiş bir okurun gururunu kısa yoldan ve “ruhunuzu acılara gark etmeden” yaşayabilmeniz için yazdım. Bu yazının yazılış nedeni asla Orhan Pamuk’un “Nobel”i gerçekten hak edip etmediğini tartışmak veya onun hakkında milyon kez söylenmiş klişeleri bir kez daha tekrarlamak değil; kendisinin bir değil, birkaç kitabını okumuş biri olarak onun romancılığı hakkında içimden gelen “bir şeyler yazma” isteğini engelleyememiş olmamdır.

Her kitapseverin edebi eserlerle olan ilişkisi eminim ki kendincedir. Kimi okuyucu kendini okuduğu eserin büyüsüne kaptırır gider ve yalnızca bu işten aldığı “haz”la ilgilenir. Bu, elbette benim için de geçerli; ancak beni sıradan okur olmaktan çıkaran şey, zaman içerisinde o eserin büyüsüne kapılıp gitmekle yetinmeyip o “büyü” nün-kullanılan dil olsun, eserin kurgusu olsun- nasıl yaratıldığıyla da ilgilenmeye başlamam oldu. Belki de “dilci”olduğum içindir ama “edebi eser dili”nin bana ifadesi şudur ki; sıradan algısıyla dil benim için bir “illüzyon” ise “şiir”deki ya da “roman”daki dil “sihir”in ta kendisidir! Ancak “sanat” var olan bir gerçekliği gerçek üstü bir şeye dönüştürebilir ve edebiyatta da yazar, “dil”i “gerçeküstülük” mertebesine taşıyan “sihirbaz”dır. Hal böyleyken, benim herhangi bir edebi eserden alacağım “dil” zevkinin en üst düzeyde olmasını, en azından bir“edebi metin” de düzgün bir Türkçe kullanılmasını beklemem ve metni okurken dil yanlışlarına takılmak istememem gayet doğaldır sevgili dostlar.

Bu beklentilerimin ışığında, Orhan Pamuk “yaratı”sının genel anlamda bende yarattığı etkiden bahsedecek olursak, durumumu: “kitabın ortasına kadar eserin içine girmeye çalışmak, yazarın yarattığı o büyüyü aramak, bulamayacağımı anladıktan sonra da ,‘dilin sihri’ni falan bir yana bırakıp zaman zaman ‘infial’duygusuna boğulacak kadar kötü kullanılan Türkçeye ağıt yakarak kitabın sonunu getirmeye çalışmak” olarak özetleyebiliriz! Hemen bu noktada “infial” kelimesinin anlamları hakkında bilgi verelim ki sözcüğü tesadüfen kullanmadığımız anlaşılsın. Bu sözcük:
1. Birine içerleme, gücenme, kızgınlık duyma.
2. Herhangi bir şeyden etkilenme.
3.Edilgi (Dışarıdan gelip bir şeyde belli bir değişiklik yapan şey veya bu işin sonucu.)
anlamlarına gelmektedir ve O.Pamuk ‘un eserlerinde kullandığı Türkçe, bende, sözcüğün yukarıda açıklanan üç anlamını da içerecek duyguların ortaya çıkmasına neden olmaktadır:
1. Yazara, dili bu denli kötü kullandığı için içerleme, gücenme, kızgınlık duyma.
2. Yazarın “kötü” Türkçesinden olumsuz yönde etkilenme.
3. Kitabı okuyup –nihayet-bitirebildikten sonra beyin kimyamın değişmesi.
O halde, yazarın, yukarıda sözü geçen son eserinden örnekler vererek bende “infial” yaratan bu yanlışlarını başlıklar altında kısaca incelemeye çalışalım:
1. Sentaks (Sözdizimi) yanlışları: Ana diline hakim olan ve yabancı dil öğrenen herkes bilir ki bir dilde sözcükler tesadüfen bir araya getirilmez. Ben 4 aydır Almanca öğreniyorum ve kursta üzerinde en titizlikle durulan konulardan biri de bu “sözdizimi” mevzusu. Ne yazık ki bu, eserde bir değil, iki değil, sıklıkla tekrarlanan bir hata; ancak biz tek örnekle yetinelim: “Dört Hüzünlü Yalnız Yazar” (s.106) Eserde bölüm başlığı olarak kullanılan bu ifadeden, dört tane hüznü olan yalnız bir yazardan bahsedildiği anlamı çıkıyor. Halbuki Pamuk, eserini İstanbul’u “hüzün” kavramıyla özdeşleştiren dört yazar (Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülhak Şinasi Hisar, Reşad Ekrem Koçu) üzerine kurmuş. Yok eğer bu ifadeyle “üzerinde bu dört yazarın hüznünü de toplamış yalnız bir yazar” olarak “kendi”ni kastetmek suretiyle şiirsel bir ifade yakalamaya çalışıyorsa bunu ‘Dört Hüzünlü’Yalnız Yazar olarak ifade edebilir, tırnak işaretleriyle bizi bu ikileme düşmekten kurtabilirdi. Böyle yapmadığı için bir okuyucu olarak ben çelişkiye düşüyor ve “zorlama” bir tonda o şiirsel ifadeye varmaya çalışıyorum ki o da Pamuk’un değil “benim şiir yeteneğim” sayesinde mümkün olabiliyor. :)
Kaldı ki eserin birçok cümlesinde karşımıza çıkan benzer sözdizimi hataları, bunun şairanelikle ilgisi olmadığı, tersine dilin “fütursuzca” kullanıldığı kanısını güçlendiriyor ne yazık ki.
2. Anlatım Bozukluğu: “ Resimlerimi bitirmek için kullandığım gemi dumanlarının biçimlerine dikkat ettiği ve onları Duygusal Eğitim adlı romanının açılış cümlesinde tasvir ettiği için (başka nedenlerle de) Flaubert’i çok severim.” (s.265) Cümleyi dikkatle incelediğimizde görüyoruz ki 19.yy.ın en önemli romancılarından biri olan Fransız yazar, Pamuk’un çağdaşı olmuştur ve hatta Duygusal Eğitim adlı romanının açılış cümlesinde Orhan Pamuk’un resimlerinden bahsetmektedir; onun çizdiği gemi dumanlarının biçimlerine dikkat etmiş ve bunları tasvir etmiştir! Halbuki cümleyi: “Resimlerimi bitirmek için kullandığım gemi dumanlarının biçimleri, benim gibi, Flaubert’in de dikkatini çektiği ve onları Duygusal Eğitim adlı romanının açılış cümlesinde tasvir ettiği için Flaubert’i çok severim.” şeklinde kurmuş olsa, Flaubert’i tanımayan ya da onun kaçıncı yy.da yaşadığını bilmeyen okuyucuyu yanılgıya düşmekten tartışmasız bir biçimde kurtarmış olurdu. Ne yazık ki bu romanda da yazarın başka romanlarında da bunun gibi “savruk” ifadelere sıklıkla rastlıyoruz!
3. Kavramları karıştırma: Yazarın bu sorununu sanırım ilk kez ben dile getirmiyorum.Romanlarından birindeki “çaydanlık” ve “demlik” örneği verilerek, yazarımızın en basit gündelik kavramları dahi birbirine karıştırmak gibi bir sorunu olduğundan daha önce bahsedilmişti. Bu romanında da, dil açısından bir ilkokul öğrencisinin dahi yapmayacağı bir kavram hatası var: “ 1952’de İtalya’da Taranto’da yapılmış ve adları bahçe ekiyle biten İngiliz yapımı Fenerbahçe ve Dolmabahçe adlı diğer iki kardeşinden –tıpkı babamın yaptığı gibi-dikkatli bir bakışla ve bacasının yassılığı sayesinde ayırabildiğim Paşabahçe’yi kendi uğurlu gemim olarak benimsedim...” (s.261) Şimdi bu cümledeki hatayı açıklamaya bile gerek yok ama gene de söyleyelim: Dilimizde “bahçe” eki yoktur; “bahçe” sözcüğü vardır ve “Fenerbahçe, Dolmabahçe, Paşabahçe” sözcükleri ekle türetilmemişlerdir, iki sözcüğün birleşmesi sonucu oluşturulmuşlardır. Dolayısıyla bunlar “Birleşik sözcük”tür. Ben lise öğretmeniyken aynı hatayı bir öğrencim yapsa sınıfını geçemezdi edebiyat dersinden! Buna “dikkatsizlik” falan da diyemeyiz; zira mürekkep yalamamış biri bile sözcükle eki birbirine karıştırmaz. O dili konuşuyorsa, bu ayrımı “içgüdüsel” olarak yapar. Haliyle de bu ayrımı bir yazarın yapamaması, bende fazlasıyla “infial” yaratır sevgili dostlar...Fakat yine de kendi dilindeki “sözcük” le “ek” kavramını karıştıran birinin İtalya’nın “Taranto” şehriyle Kanada’nın “Toronto” şehrini karıştırmamış olması son derece sevindiricidir ki bu konudaki takdirlerimi de belirtmeden geçemeyeceğim efendim. En azından bu hususta teselli buluyoruz. :)
4. Noktalama Eksikliği: Bu, zaten neredeyse her cümlede karşımıza çıkan bir sorun; o nedenle ayrıca örnek vermiyorum; ama ille de istenirse 1. maddedeki örnek bu madde için de geçerli olacaktır. Noktalama işaretlerine pek yüz vermemesi, Pamuk’un eserlerinde, Türk edebiyatında noktalama işaretlerini ilk kez kullanmış olan Şinasi’nin kemiklerini sızlatacak kadar sıradan ifade bozukluklarının ortaya çıkmasına neden olmaktadır ve bu da yukarıdaki diğer başlıklarda belirtilen “basit hata”lar kadar üzücüdür!

Görüldüğü üzere, dil yanlışlarından eserin edebi değerini sorgulamaya maalesef sıra gelmedi. O konuda da söylenecek çok şey var, belki başka bir yazının konusu olur, ama şahsi kanaatim olarak, yazarın eserlerinde belirgin bir düşüş olduğunu, eserlerin giderek tatsızlaştığını, özgün olmaktan çıktığını, kısacası edebi anlamda kabak tadı vermeye başladığını belirtebilirim. “Edebiyat” ve “dil” değeri açısından, Orhan Pamuk, bende yukarıda bahsettiğim “infial” sözcüğünün üç anlamına dördüncü bir anlam ekleme başarısı göstermiştir ki bu dördüncü anlamı, içkiyle arası yalnızca “akşam” vakitlerinde iyi olan biri olarak kısaca şöyle tanımlayabilirim: bir “öğlen rakısı” içmek isteyecek kadar efkarlanmak!

Bütün bu “kızgınlık”, “kötü etki”, “kimya bozulması” ve “öğlen rakısı efkarı”ndan çıkarabileceğim iyi bir sonuç var yine de: Vasat bir yazarımız bile “Nobel” alabiliyorsa edebiyatımızda İhsan Oktay Anar gibi, Vecdi Çıracıoğlu gibi (Yaşar Kemal Usta’yı zaten söylemeye bile gerek yok, o bir kült romancı!), romancıların olduğunu bilmek, Türk edebiyatının “Nobel”i de “dünya edebiyatını” da aştığının önemli bir göstergesi. Gururla bildiririm... :)

One day in Europe



ZDF'de ilginç bir film vardı dün aksam...süper bir film değildi ama sürekli Türkler ve Galatasaray ile ilgili şeyler duyunca izlemeye karar verdim...Kısaca; 4 farklı sehirde ( Moskova, İstanbul, Santiago de Compostela /İspanya ve Berlin ) es zamanlı olarak meydana gelen turistlerin soyulmaları yada yalandan öyle davranmaları ile gelişen olaylar ve o ülkelerin polisleriyle yasanan dialoglar... Bu olaylar sırasında bu dört şehri birbirine baglayan da bir mac.. sanırım Sampiyonlar ligi macı... Maç Moskova'da Galatasaray ile Dep. La Coruna arasında oynanıyor ve Berlin'de yönetmenin sehri oldugu için filmde herhalde... Filmin başını yani ilk şehir olan Moskova'yı kaçırdım ama devamına ait kısa notlar;
Santiago'da polisle bar'da oturan adamın dialoğu..
- La coruna kime karsı oynuyor?
- Galatasaray
- Hıh..Türklere karsı Türkler yani.. (deportivo la coruna taraftarlarina İspanya da ezeli rakipleri galiçya bölgesi celta vigo lular tarafindan türk (el turcos) lakabinin takildigini ve deportivo maçlarinda her zaman coruna taraftarlarinin türk bayragi açtigini hatırlatalım)

Filmin Türkçeye "Avrupa'da bir gun; canım Türkiyem" gibi gerzek bir şekilde çevrilmesi yanında İspanyada "Galatasaray Depor" diye çevrilmiştir ki resimdeki iki afişten biridir.

Arka planda sürekli devam eden maç en son penaltılarla 5-5 biter ve filmin süresi maç sonucunu öğrenmek için yeterli olmaz...yönetmen bu filmin sonunda kupayı kimin kazandığının neden belirsiz olduğu sorusunun yanıtı olarak "eğer herhangi bir takım kazansaydı filmin sonunu çekebilmek için yaklaşık 4000 kişilik bir figüran ekibine ihtiyacımız olacaktı ve bunu yapabilecek güce sahip değildik." cevabını vermiştir.

Trailer: http://www.babadu.com/peliculas/5/45/trailer.php

Eğer film festivallerinde denk gelmediyseniz bi yerden bulup izleyin ama çok da uğraşmayın...@

05/03/2007

Portakal



Yemeden önce soyulması gereken her meyvenin kendine özgü bir soyulma şekli vardır. Ör: Portakalı soymak için genelde kabuğunu dört eşit parçaya bölmeye yarayan klasik bir yöntem vardır ki herhalde çoğunuz bunu kullanırsınız. Tabi bu yöntem uygulanırken bazı şeylere de dikkat etmek gerekir. Eğer portakalın kabuğu makul ölçüde kalın değilse bıçağın ucu portakalın sulu kısmını yırtar ve soyulma esnasında elleri yapış yapış eden sıvının akmasına sebep olur. Kabuğun soyulmasından sonra yine portakala zarar vermeden doğal dilimlerini ayırmaya sıra gelir, bu esnada ilk ayırım çok önemlidir çünkü aralarda bolca bulunan iç beyaz doku yüzünden ayırım işlemi de kabusa dönüşebilir ve yine yırtılmalar ve sıvının ellere yayılması olayı gerçekleşebilir. Herneyse bir şekilde soyulmuş olan portakal akabinde hapur hupur yenir. Buraya kadar olan kısımda normal bir potakalın soyulma şekli ve yenmesini irdeledik, şimdi de bunu nasıl değişik bir hale getiririz ona bakıcaz.
Bence portakaldan alınan lezzeti en az %35 arttıran dış kabuklarıyla kesme yöntemi gayet başarılıdır. Yenecek olan portakal önce yatay hale getirilir ve resimde görünen şekilde yuvarlaklar halinde bi güzel kesilir, daha sonra her bir daire portakal dilimi yarıya bölünür ki ağız yapısına göre ısırması ve gerekirse emmesi kolay hale gelir. Bu şekilde en az 2 adet orta boy portakal çok rahat ham hum yenir. Tek sorun, diğerine göre bu yöntemle sıvının ellere bulaşması olayı kuvvetle muhtemel olacağından daima yanınızda peçete bulunması faydalı olacaktır...@