24/11/2007

Münchener Freiheit'ta Anadolu rüzgari!


FC Anadolu München - TSV Schwabing karsisinda sergiledigi akilli oyunuyla rakibi 70-43 yenerek bu ligde ben de varim dedi.

Kendi sahasinda oynamanin avantajini kullanan Anadolu, tecrübeli rakibi karsisinda iyi defans ve hizli hücumlar ile oyun boyunca üstünlügünü korudu. Anadolu sezonun ilk macinda Schleissheim'in yüksek yüzdeli sutörlerini durduramayarak sezona malubiyet ile baslamisti.

Anadolu oyunculari "Hakettigimiz bir galibiyetti, 3 Aralik'daki 1860 München macini da alarak Münih'deki Anadolu rüzgarini devam ettirmek istiyoruz." dediler.

24/04/2007

AKP'nin Cumhurbaşkanı Adayı Belli Oldu!


Başbakan R. Tayyip Erdoğan, az önce partisinin adayını açıkladı: Abdullah Gül! Çelik çomak oyununa çevirdikleri Cumhurbaşkanlığı seçimi, vatana millete hayırlı olsun! Ya da buyrun cenaze namazına!

06/03/2007

Pamuk, Nobel ve saire...


Edebiyatçılığı artık “Nobel” ödülüyle de tüm dünyaca tescillenmiş yazarımız Orhan Pamuk’un “İstanbul, Şehir ve Hatıralar” adlı son eserini henüz okuma fırsatı bulmuş olup bendeniz, adı geçen ve bir zamanlar “en çok satan ama en az okunan yazar” olarak nitelendirilen yazarımızın, şimdiye kadar başladığım tüm eserlerini bitirebilen “nadir” okuyuculardanımdır ve de zinhar kendim gibi bir O.Pamuk okuyucusuna da nadiren rastlamışımdır; fakat bu yazının konusu bu değil.

Yukarıdaki bir paragraflık cümleyi aşıp da bu paragrafa gelebildiyseniz, kendinizle gururlanabilirsiniz; zira o cümleyi herhangi bir O.Pamuk kitabını bitirebilmiş bir okurun gururunu kısa yoldan ve “ruhunuzu acılara gark etmeden” yaşayabilmeniz için yazdım. Bu yazının yazılış nedeni asla Orhan Pamuk’un “Nobel”i gerçekten hak edip etmediğini tartışmak veya onun hakkında milyon kez söylenmiş klişeleri bir kez daha tekrarlamak değil; kendisinin bir değil, birkaç kitabını okumuş biri olarak onun romancılığı hakkında içimden gelen “bir şeyler yazma” isteğini engelleyememiş olmamdır.

Her kitapseverin edebi eserlerle olan ilişkisi eminim ki kendincedir. Kimi okuyucu kendini okuduğu eserin büyüsüne kaptırır gider ve yalnızca bu işten aldığı “haz”la ilgilenir. Bu, elbette benim için de geçerli; ancak beni sıradan okur olmaktan çıkaran şey, zaman içerisinde o eserin büyüsüne kapılıp gitmekle yetinmeyip o “büyü” nün-kullanılan dil olsun, eserin kurgusu olsun- nasıl yaratıldığıyla da ilgilenmeye başlamam oldu. Belki de “dilci”olduğum içindir ama “edebi eser dili”nin bana ifadesi şudur ki; sıradan algısıyla dil benim için bir “illüzyon” ise “şiir”deki ya da “roman”daki dil “sihir”in ta kendisidir! Ancak “sanat” var olan bir gerçekliği gerçek üstü bir şeye dönüştürebilir ve edebiyatta da yazar, “dil”i “gerçeküstülük” mertebesine taşıyan “sihirbaz”dır. Hal böyleyken, benim herhangi bir edebi eserden alacağım “dil” zevkinin en üst düzeyde olmasını, en azından bir“edebi metin” de düzgün bir Türkçe kullanılmasını beklemem ve metni okurken dil yanlışlarına takılmak istememem gayet doğaldır sevgili dostlar.

Bu beklentilerimin ışığında, Orhan Pamuk “yaratı”sının genel anlamda bende yarattığı etkiden bahsedecek olursak, durumumu: “kitabın ortasına kadar eserin içine girmeye çalışmak, yazarın yarattığı o büyüyü aramak, bulamayacağımı anladıktan sonra da ,‘dilin sihri’ni falan bir yana bırakıp zaman zaman ‘infial’duygusuna boğulacak kadar kötü kullanılan Türkçeye ağıt yakarak kitabın sonunu getirmeye çalışmak” olarak özetleyebiliriz! Hemen bu noktada “infial” kelimesinin anlamları hakkında bilgi verelim ki sözcüğü tesadüfen kullanmadığımız anlaşılsın. Bu sözcük:
1. Birine içerleme, gücenme, kızgınlık duyma.
2. Herhangi bir şeyden etkilenme.
3.Edilgi (Dışarıdan gelip bir şeyde belli bir değişiklik yapan şey veya bu işin sonucu.)
anlamlarına gelmektedir ve O.Pamuk ‘un eserlerinde kullandığı Türkçe, bende, sözcüğün yukarıda açıklanan üç anlamını da içerecek duyguların ortaya çıkmasına neden olmaktadır:
1. Yazara, dili bu denli kötü kullandığı için içerleme, gücenme, kızgınlık duyma.
2. Yazarın “kötü” Türkçesinden olumsuz yönde etkilenme.
3. Kitabı okuyup –nihayet-bitirebildikten sonra beyin kimyamın değişmesi.
O halde, yazarın, yukarıda sözü geçen son eserinden örnekler vererek bende “infial” yaratan bu yanlışlarını başlıklar altında kısaca incelemeye çalışalım:
1. Sentaks (Sözdizimi) yanlışları: Ana diline hakim olan ve yabancı dil öğrenen herkes bilir ki bir dilde sözcükler tesadüfen bir araya getirilmez. Ben 4 aydır Almanca öğreniyorum ve kursta üzerinde en titizlikle durulan konulardan biri de bu “sözdizimi” mevzusu. Ne yazık ki bu, eserde bir değil, iki değil, sıklıkla tekrarlanan bir hata; ancak biz tek örnekle yetinelim: “Dört Hüzünlü Yalnız Yazar” (s.106) Eserde bölüm başlığı olarak kullanılan bu ifadeden, dört tane hüznü olan yalnız bir yazardan bahsedildiği anlamı çıkıyor. Halbuki Pamuk, eserini İstanbul’u “hüzün” kavramıyla özdeşleştiren dört yazar (Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülhak Şinasi Hisar, Reşad Ekrem Koçu) üzerine kurmuş. Yok eğer bu ifadeyle “üzerinde bu dört yazarın hüznünü de toplamış yalnız bir yazar” olarak “kendi”ni kastetmek suretiyle şiirsel bir ifade yakalamaya çalışıyorsa bunu ‘Dört Hüzünlü’Yalnız Yazar olarak ifade edebilir, tırnak işaretleriyle bizi bu ikileme düşmekten kurtabilirdi. Böyle yapmadığı için bir okuyucu olarak ben çelişkiye düşüyor ve “zorlama” bir tonda o şiirsel ifadeye varmaya çalışıyorum ki o da Pamuk’un değil “benim şiir yeteneğim” sayesinde mümkün olabiliyor. :)
Kaldı ki eserin birçok cümlesinde karşımıza çıkan benzer sözdizimi hataları, bunun şairanelikle ilgisi olmadığı, tersine dilin “fütursuzca” kullanıldığı kanısını güçlendiriyor ne yazık ki.
2. Anlatım Bozukluğu: “ Resimlerimi bitirmek için kullandığım gemi dumanlarının biçimlerine dikkat ettiği ve onları Duygusal Eğitim adlı romanının açılış cümlesinde tasvir ettiği için (başka nedenlerle de) Flaubert’i çok severim.” (s.265) Cümleyi dikkatle incelediğimizde görüyoruz ki 19.yy.ın en önemli romancılarından biri olan Fransız yazar, Pamuk’un çağdaşı olmuştur ve hatta Duygusal Eğitim adlı romanının açılış cümlesinde Orhan Pamuk’un resimlerinden bahsetmektedir; onun çizdiği gemi dumanlarının biçimlerine dikkat etmiş ve bunları tasvir etmiştir! Halbuki cümleyi: “Resimlerimi bitirmek için kullandığım gemi dumanlarının biçimleri, benim gibi, Flaubert’in de dikkatini çektiği ve onları Duygusal Eğitim adlı romanının açılış cümlesinde tasvir ettiği için Flaubert’i çok severim.” şeklinde kurmuş olsa, Flaubert’i tanımayan ya da onun kaçıncı yy.da yaşadığını bilmeyen okuyucuyu yanılgıya düşmekten tartışmasız bir biçimde kurtarmış olurdu. Ne yazık ki bu romanda da yazarın başka romanlarında da bunun gibi “savruk” ifadelere sıklıkla rastlıyoruz!
3. Kavramları karıştırma: Yazarın bu sorununu sanırım ilk kez ben dile getirmiyorum.Romanlarından birindeki “çaydanlık” ve “demlik” örneği verilerek, yazarımızın en basit gündelik kavramları dahi birbirine karıştırmak gibi bir sorunu olduğundan daha önce bahsedilmişti. Bu romanında da, dil açısından bir ilkokul öğrencisinin dahi yapmayacağı bir kavram hatası var: “ 1952’de İtalya’da Taranto’da yapılmış ve adları bahçe ekiyle biten İngiliz yapımı Fenerbahçe ve Dolmabahçe adlı diğer iki kardeşinden –tıpkı babamın yaptığı gibi-dikkatli bir bakışla ve bacasının yassılığı sayesinde ayırabildiğim Paşabahçe’yi kendi uğurlu gemim olarak benimsedim...” (s.261) Şimdi bu cümledeki hatayı açıklamaya bile gerek yok ama gene de söyleyelim: Dilimizde “bahçe” eki yoktur; “bahçe” sözcüğü vardır ve “Fenerbahçe, Dolmabahçe, Paşabahçe” sözcükleri ekle türetilmemişlerdir, iki sözcüğün birleşmesi sonucu oluşturulmuşlardır. Dolayısıyla bunlar “Birleşik sözcük”tür. Ben lise öğretmeniyken aynı hatayı bir öğrencim yapsa sınıfını geçemezdi edebiyat dersinden! Buna “dikkatsizlik” falan da diyemeyiz; zira mürekkep yalamamış biri bile sözcükle eki birbirine karıştırmaz. O dili konuşuyorsa, bu ayrımı “içgüdüsel” olarak yapar. Haliyle de bu ayrımı bir yazarın yapamaması, bende fazlasıyla “infial” yaratır sevgili dostlar...Fakat yine de kendi dilindeki “sözcük” le “ek” kavramını karıştıran birinin İtalya’nın “Taranto” şehriyle Kanada’nın “Toronto” şehrini karıştırmamış olması son derece sevindiricidir ki bu konudaki takdirlerimi de belirtmeden geçemeyeceğim efendim. En azından bu hususta teselli buluyoruz. :)
4. Noktalama Eksikliği: Bu, zaten neredeyse her cümlede karşımıza çıkan bir sorun; o nedenle ayrıca örnek vermiyorum; ama ille de istenirse 1. maddedeki örnek bu madde için de geçerli olacaktır. Noktalama işaretlerine pek yüz vermemesi, Pamuk’un eserlerinde, Türk edebiyatında noktalama işaretlerini ilk kez kullanmış olan Şinasi’nin kemiklerini sızlatacak kadar sıradan ifade bozukluklarının ortaya çıkmasına neden olmaktadır ve bu da yukarıdaki diğer başlıklarda belirtilen “basit hata”lar kadar üzücüdür!

Görüldüğü üzere, dil yanlışlarından eserin edebi değerini sorgulamaya maalesef sıra gelmedi. O konuda da söylenecek çok şey var, belki başka bir yazının konusu olur, ama şahsi kanaatim olarak, yazarın eserlerinde belirgin bir düşüş olduğunu, eserlerin giderek tatsızlaştığını, özgün olmaktan çıktığını, kısacası edebi anlamda kabak tadı vermeye başladığını belirtebilirim. “Edebiyat” ve “dil” değeri açısından, Orhan Pamuk, bende yukarıda bahsettiğim “infial” sözcüğünün üç anlamına dördüncü bir anlam ekleme başarısı göstermiştir ki bu dördüncü anlamı, içkiyle arası yalnızca “akşam” vakitlerinde iyi olan biri olarak kısaca şöyle tanımlayabilirim: bir “öğlen rakısı” içmek isteyecek kadar efkarlanmak!

Bütün bu “kızgınlık”, “kötü etki”, “kimya bozulması” ve “öğlen rakısı efkarı”ndan çıkarabileceğim iyi bir sonuç var yine de: Vasat bir yazarımız bile “Nobel” alabiliyorsa edebiyatımızda İhsan Oktay Anar gibi, Vecdi Çıracıoğlu gibi (Yaşar Kemal Usta’yı zaten söylemeye bile gerek yok, o bir kült romancı!), romancıların olduğunu bilmek, Türk edebiyatının “Nobel”i de “dünya edebiyatını” da aştığının önemli bir göstergesi. Gururla bildiririm... :)

One day in Europe



ZDF'de ilginç bir film vardı dün aksam...süper bir film değildi ama sürekli Türkler ve Galatasaray ile ilgili şeyler duyunca izlemeye karar verdim...Kısaca; 4 farklı sehirde ( Moskova, İstanbul, Santiago de Compostela /İspanya ve Berlin ) es zamanlı olarak meydana gelen turistlerin soyulmaları yada yalandan öyle davranmaları ile gelişen olaylar ve o ülkelerin polisleriyle yasanan dialoglar... Bu olaylar sırasında bu dört şehri birbirine baglayan da bir mac.. sanırım Sampiyonlar ligi macı... Maç Moskova'da Galatasaray ile Dep. La Coruna arasında oynanıyor ve Berlin'de yönetmenin sehri oldugu için filmde herhalde... Filmin başını yani ilk şehir olan Moskova'yı kaçırdım ama devamına ait kısa notlar;
Santiago'da polisle bar'da oturan adamın dialoğu..
- La coruna kime karsı oynuyor?
- Galatasaray
- Hıh..Türklere karsı Türkler yani.. (deportivo la coruna taraftarlarina İspanya da ezeli rakipleri galiçya bölgesi celta vigo lular tarafindan türk (el turcos) lakabinin takildigini ve deportivo maçlarinda her zaman coruna taraftarlarinin türk bayragi açtigini hatırlatalım)

Filmin Türkçeye "Avrupa'da bir gun; canım Türkiyem" gibi gerzek bir şekilde çevrilmesi yanında İspanyada "Galatasaray Depor" diye çevrilmiştir ki resimdeki iki afişten biridir.

Arka planda sürekli devam eden maç en son penaltılarla 5-5 biter ve filmin süresi maç sonucunu öğrenmek için yeterli olmaz...yönetmen bu filmin sonunda kupayı kimin kazandığının neden belirsiz olduğu sorusunun yanıtı olarak "eğer herhangi bir takım kazansaydı filmin sonunu çekebilmek için yaklaşık 4000 kişilik bir figüran ekibine ihtiyacımız olacaktı ve bunu yapabilecek güce sahip değildik." cevabını vermiştir.

Trailer: http://www.babadu.com/peliculas/5/45/trailer.php

Eğer film festivallerinde denk gelmediyseniz bi yerden bulup izleyin ama çok da uğraşmayın...@

05/03/2007

Portakal



Yemeden önce soyulması gereken her meyvenin kendine özgü bir soyulma şekli vardır. Ör: Portakalı soymak için genelde kabuğunu dört eşit parçaya bölmeye yarayan klasik bir yöntem vardır ki herhalde çoğunuz bunu kullanırsınız. Tabi bu yöntem uygulanırken bazı şeylere de dikkat etmek gerekir. Eğer portakalın kabuğu makul ölçüde kalın değilse bıçağın ucu portakalın sulu kısmını yırtar ve soyulma esnasında elleri yapış yapış eden sıvının akmasına sebep olur. Kabuğun soyulmasından sonra yine portakala zarar vermeden doğal dilimlerini ayırmaya sıra gelir, bu esnada ilk ayırım çok önemlidir çünkü aralarda bolca bulunan iç beyaz doku yüzünden ayırım işlemi de kabusa dönüşebilir ve yine yırtılmalar ve sıvının ellere yayılması olayı gerçekleşebilir. Herneyse bir şekilde soyulmuş olan portakal akabinde hapur hupur yenir. Buraya kadar olan kısımda normal bir potakalın soyulma şekli ve yenmesini irdeledik, şimdi de bunu nasıl değişik bir hale getiririz ona bakıcaz.
Bence portakaldan alınan lezzeti en az %35 arttıran dış kabuklarıyla kesme yöntemi gayet başarılıdır. Yenecek olan portakal önce yatay hale getirilir ve resimde görünen şekilde yuvarlaklar halinde bi güzel kesilir, daha sonra her bir daire portakal dilimi yarıya bölünür ki ağız yapısına göre ısırması ve gerekirse emmesi kolay hale gelir. Bu şekilde en az 2 adet orta boy portakal çok rahat ham hum yenir. Tek sorun, diğerine göre bu yöntemle sıvının ellere bulaşması olayı kuvvetle muhtemel olacağından daima yanınızda peçete bulunması faydalı olacaktır...@

01/02/2007

Che ile Fidel Castro


Küba’da devrim yapılmış, silahla yürütülen mücadelenin ekonomik atak safhasına geçme gereği doğmuştur. Devlet bakanlıklarına ve ekonomik gidişata ilişkin toplantıda Fidel kürsüden:

"ekonomiyi düzeltmeliyiz, kaynakları etkin kullanmalıyız"

yönünde söylev verirken

"aranızda iyi bir ekonomist var mıdır?"

der. Koca salonda bir tek Che'nin eli havadadır. Fidel bunun üzerinde Che ye

"senin ekonomiden anladığını bilmiyordum"

der. Che tarihi yanıtını verir

"ben senin aranızda iyi bir komünist var mı? dediğini sanmıştım...

NOT: Burada püf nokta İspanyolca'da "economista" ile "comunista" arasındaki okunuş benzerliğidir...@

23/01/2007

Lock, Stock and Two Smoking Barrels


Yıllar önce izlediğimiz ve çok başarılı olan bu filmi dün akşam tekrar izledik. Bir ihtimal, hala bu filmi izlememiş biri varsa diye buraya yazıyorum ki hemen gidip izlesin. Konusu, oyuncuları ve yapımcısı / yönetmeni açısından LS&2SB’a yakın birkaç film; Snatch, Mean Machine.
Filmden güzel bir replik;... :)
Rory Breaker: If you hold back anything, I'll kill ya. If you bend the truth or I think your bending the truth, I'll kill ya. If you forget anything I'll kill ya. In fact, you're gonna have to work very hard to stay alive, Nick. Now do you understand everything I've said? Because if you don't, I'll kill ya…@

21/01/2007

Hrant Dink'in Anısına...




İki gündür Türkiye'de Türkiye Ermenileri'nin sesi olarak bilinen, Agos gazetesinin genel yayın yönetmeni, Hrant Dink'in öldürülmesinin şoku yaşanıyor. Gazetelerde o bildik klişeler, hükümet adamları hep aynı mavalı okumakta: Kanı yerde kalmayacak! Nitekim, katili de yakaladılar: 17 yaşında Trabzonlu bir çocuk! Birkaç ay önce aynı Trabzon'da Rahip Santaro da 16 yaşında bir sabi tarafından öldürülmüştü, şu tesadüfe bakın! Bu şuursuz çocuğu da alıp alıp hapse tıkacaklar öteki gibi ; zaten mevcut yasaya göre yaşının küçük olması, iyi hal indirimi bilmem ne derken en fazla on yıl yatacakmış. Belli ki bunun da üstü örtülecek diğerleri gibi; gerçek katiller bile bile ortaya çıkartılmayacak yine; yıllardır bütün suikastlerde, cinayetlerde yapıldığı gibi. Ve milyon tane komplo teorisi yazılıp çizilecek: "ABD yapmıştır! AB'nin işidir! Yok, derin devletin parmağı var! Ermeni diasporası öldürtmüştür!" gibisinden..

Ben bunları söylemek, duymak, dinlemek istemiyorum. Yüreğimden taşan ağıtı dinlemek istiyorum yalnız. İçimde kırılan şeyin acısını duymak istiyorum sadece; çünkü acımı hafifletmiyor söylenen hiçbir söz. Boğazımdaki düğümü çözmüyor gazete haberleri ve hiçbir sözcük anlatmıyor içimdeki çaresizliği; kelimeler kifayetsiz kalıyor. Alnımdaki katmerlenmiş utancı silmiyor milletçe akıttığımız timsah gözyaşları... Sessizce yutkunuyorum sözcükleri, yıllanmış bir acıyı içime atarcasına. "Akrebin gözleri"ni "güvercinin ensesi"nde hissediyorum. Çaresiz, şiire sığınmak lazım:

"Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarsın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını,
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup,
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm,
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak,
kabahat senin,
-demeğe de dilim varmıyor ama-
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!"
Nazım Hikmet

13/01/2007

Ülkem Nereye...?


En son yaşanan "deve" faciasından bu yana takip ediyorum; THY ile ilgili neredeyse hemen her gün absürd bir haber düşüyor gazetelere. İşte en son THY haberlerinden derlemeler:

1. Apronda "deve" kesmek suretiyle bizi bütün dünyaya rezil eden teknik müdür Şükrü Can'ın o olaydan sonra görevinden alındığı ve hakkında soruşturma başlatıldığı, THY yönetimi tarafından kamuoyuna açıklanmıştı. Ben o günden beri şahsen soruşturmanın nasıl sonuçlanacağını merakla beklemekteyken bir de ne göreyim: Efendi Londra'ya teknik müdür olarak atanmış; bir de kendisine konut ve özel oto tahsis edilmiş! Biz cezalandırılmasını beklerken adamı ödüllendirmişler resmen! Bu nasıl bir çelişkidir, nasıl bir zihniyettir, anlamak mümkün değil. Bu arada Deveci Şükrü Efendi'nin, kendisini böyle anmak daha uygun düşecektir sanırım, THY genel müdürü Temel Kotil'in sınıf arkadaşı, bir nevi kankası olduğunu da belirtelim; AKP usulü adam kayırmacılığın ve kadrolaşma faciasının yeni bir örneği olarak! (Haber: Akşam gazetesi, Esin Gedik)

2. Bugünkü Hürriyet'te Emin Çölaşan yazmış: THY'nin internet sitesindeki "ikram" bölümünde yolcuların yemek tercihleriyle ilgili listenin sonunda "müslüman yemeği" diye bir ifade varmış. Gözlerim faltaşı gibi açıldı. Hemen siteye girip baktım. Hakikaten de Business Class/Dış hatlar/Özel menülerimiz linkine girildiğinde "Etnik Yemekler" başlığı altında şunlar yazıyor: Hindu yemeği, Koşer yemeği, Müslüman yemeği, Oryantal yemek! THY yemeklerinde zaten domuz eti falan kullanılmıyor; peki bu durumda "Müslüman yemeği" de ne demek oluyor? Ben ki dünya mutfaklarıyla hobi olarak ilgilenen biriyim; 30 yıllık ömrümde böyle bir şey duymadım. Anlayan beri gelsin! Bir zahmet bana da açıklasın!

3. Yine bugünkü Hürriyet'te Zeynep Göğüş, "Skylife"ın kapağından ve CIP salonunun yeni dekorundan bahsetmiş. Okuyunca merak edip yine İnternet sitesinden "Skylife"ın Ocak 2007 sayısının kapağına baktım. Sayının ana konusu İzmir. Kapağa da Konak meydanındaki saat kulesinin bir bölümünü koymuşlar; arkasında da bir cami resmi! İzmir, benim büyüdüğüm şehir. Ankara ve İstanbul'da da uzun yıllar yaşamış biri olarak söyleyebilirim ki insanıyla olsun, yaşam olanaklarıyla ve tarihi dokusuyla olsun, Türkiye'nin en modern kenti İzmir'dir. "Gavur İzmir" diye anılması belki de bundandır. İzmir'i bile bir ortadoğu kenti gibi göstermişler ya, helal olsun! Yeter artık yahu, bu cami resimlerini alakasız yerlerde görmekten gına geldi; Ankara ve İstanbul'un amblemlerine kadar hepsi cami oldu; ellerinde olsa Türk bayrağının rengini "cami yeşili"ne çevirip "ay yıldız"ın yerine de bir cami resmi koyacaklar; fenalık geldi artık! Camiler kutsal mekanlardır; bir partinin siyasi ideolojisinin amblemi gibi kullanılıp din sömürüsüne alet edildikleri yeter artık!

4. Gelelim CIP salonunun yeni dekoruna. Zeynep Göğüş'ün söylediğine göre bu salon geçen yıl bazı Türk mimarları tarafından yenilenmiş. Ama yapılan tarife bakılırsa öyle Eren Talu gibi modern Türk mimarlarının imzasını falan pek aramamak lazım. Salonda plastik turuncu lalelerden tutun da saray mobilyalarının kopyalarına, Josephine koltuklara kadar ne ararsanız varmış. Hele de lavobolar evlere şenlikmiş! Mermer kurnaların üzerine sade bir ayna çekilmiş fakat her kurnanın üzerine küçük boy plastikten oymalı birer ayna daha yapıştırılmış. Ben hayal bile edemedim vallahi nasıl bir şey olduğunu! Düşündüm düşündüm, aklıma "Avrupa Yakası"ndaki Burhan'ın evi gibi bir yer geldi ama herhalde Burhan'ın evi CIP salonunun "kitsch" ötesi dekorasyonunun yanında epeyce "minimalist" kalır!

Velhasıl, tüm bu örnekler göstermektedir ki, ülkemiz giderek laik, modern bir kültür yelpazesi görünümünden çıkarılıp, Ortadoğulu, az gelişmiş bir İslam ülkesi görünümüne büründürülmektedir. Düşünün, bunlar sadece tek bir kurumda olanlar ve ülkenin diğer bütün kurumları; hatta Milli Eğitim ve Dışişleri gibi en önemli kurumları, bu görgüsüz, az gelişmiş, din sömürücüsü, kabadayı, benmerkezci, çıkarcı zihniyetin elindedir. "Değiştik" diye bas bas bağıran bu zihniyet, değişmek bir yana toplumumuzun ve ülkemizin en önemli değerlerini alt üst ederek bizi laik, bağımsız, modern olmayı hedeflemiş ulusal kimliğimizden uzaklaştırmakta, kendisi gibi kimliksiz, kişiliksiz, kendi kalıplarına hapsolmuş bir nesneye dönüştürmektedir. Ne acı ki:
Değişen bunlar değil; değişen biziz! Biz gerçekten kimiz?

08/01/2007

Sosyal Bir Fenomen: Gaffur!


Türkiye'de bir süredir "Avrupa Yakası", özellikle de "Gaffur" fenomeni yaşandığını duyuyordum ama pek de merakımı cezbetmemişti açıkçası. Alt tarafı bir dizi karakteriydi işte! Ama yılbaşı gecesi sevgili dostlarımız Efsun ve Ersoy sayesinde "Gaffur"la tanıştığımdan beri Youtube'daki "Gaffur" videolarından ayrılamaz oldum!

"Avrupa Yakası" dizisi, tüm karakterleriyle ve hikayesiyle şüphesiz tam bir durum komedisi. Bu tarz komedilerde de birincil amaç elbette güldürmek. Klişe tabirle "Güldürürken düşündürmek" falan değil yani. Cem Yılmaz'ın dediği gibi mizahçı, yaptığı işe, yani soytarılığa nitelikli bir anlam yüklemek için yapar bu tanımı; ama şurası da gerçek ki, mizahın doğasında düşündürmek, ayrıntıya dikkat çekmek, görünmeyeni göstermek zaten var. En azından azıcık olsun derinliği, belli oranda bir zekası olan kişiler için.

Şüphesiz "Gaffur" da bizi güldürmek için yaratılmış bir karakter. Gülse Birsel'in, "Ulan öyle bir karakter yaratayım ki milleti altına edene kadar güldürsün; ama bir o kadar da düşündürsün!" falan dediğini hiç sanmıyorum. Fakat bir süre sonra insan ister istemez düşünmeye başlıyor: "Bu tipleme neden fenomen haline geldi, toplumun kaçta kaçı bu karakterde kendinden bir şeyler buldu..." diye.

"O nahif çizgili pijamaların altındaki şeytan", "psikopat ruhlu potansiyel seri katillerin en sevimlisi", kitleleri gülmekten öldürürken şu gerçeği de yüzümüze çarpıyor aslında: Metropoller artık metropol insanına ait değildir! Yıllardır ülkenin en önemli sorunlarından biri olan "kırsaldan kente göç" mevzusunun geldiği son nokta, metropollerdeki "varoş" gerçeğinin kıyıda kenarda kalmaktan çıkıp tüm yaşamı ele geçirmesi, oradaki ezilmiş insanın yıllardır sessiz çığlığıyla bizlere sorduğu: "Beni görmezden mi gidiyorsun?" sorusuna cevaben aldığı: "Hayır, daha ziyade oradan geliyorum!" aşağılamasına isyandır bir bakıma.

Kentlerdeki "varoş" gerçeği kentliler ve hükümetler tarafından uzun süre görmezden gelindi, yok sayıldı, hor görüldü. Siyasi partiler bu insanları yalnızca seçim zamanları oy avcılığına çıktıkları zaman hatırlayıp onlara vaatlerde bulundular, gecekondu tapuları dağıttılar. Sivil toplum örgütleri çoğunlukla evde oturup dedikodu yapmaktan sıkılmış sonradan görme sosyete kadınlarının elinde olduğundan onların bu mevzuyla zaten hiç işi olmazdı. Velhasıl; işsizlik, açlık, gelir dağılımındaki korkunç boyutlara varan dengesizlik, kentlerdeki bu alt kültürü yarattı ama işte o kültür artık alt kültür olmaktan çıkıp düpedüz kent kültürü; hatta milletin kimliği haline geldi. Bu varoş zihniyeti, bu az gelişmişlik, bu cahillik, artık belediyesinden tut, ülkenin en büyük uluslararası havaalanının apronuna, hatta devletin en tepesine kadar kendini gösterir oldu. Tabii bu sözünü ettiklerim, güya(!) bu zavallı halkın arasından çıkıp onların sesi olmak söylemiyle iktidara gelmiş olup din sömürüsü yaparak yandaşlarının cebini dolduran ve bu ülkeyi görgüsüzce ve cahilce 4 yıldır padişahlık zihniyetiyle yönetenlerdir. Bu sözler, asla toprağından çaresizce kopup gelmiş ve kentlerde en kötü koşullarda yaşamaya değil adeta ölmeye mahkum edilmiş zavallı insanlarımızı aşağılanmak için söylenmedi. "Varoş" zihniyetinden kasıt; hiçbir halt olmadığı halde kendini büyükseyen politikacı, kentli, orta sınıf ve güya(!) burjuva olmaya özenen hatta entellektüelliğe soyunan kimliksiz, kişiliksiz, yalaka zihniyettir.

Sözün kısası, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun 20. yy. ın başında "YABAN" romanında önümüze koyduğu: "Türk kentli aydınıyla Türk köylüsü arasındaki uçurum, Londralı bir İngiliz'le Pencaplı bir Hintli arasındaki uçurumdan fersah fersah fazladır; bu milletin karşı karşıya olduğu en önemli sorun da budur!" gerçeği, bugün "Gaffur" kimliğiyle karşımızda duruyor. Fakat ne yazık ki yalnızca Gaffur gibi sırtında pijaması, elinde bıçağıyla karşımıza geçip "Beni beğenmiyör müsün?" diye sormakla kalmıyor, o bıçağı hınçla saplamaktan çekinmiyor bağrımıza. Günden güne çığ gibi büyüyen Kapkaç terörü, cinayetler, tinerci dehşeti "Gaffur" fenomeninin asıl gerçeği olarak ipi boğazımıza geçirmek için bizi "tenhada kıstırmayı" bekliyor!